Ufakken gecekondumuz vardı, etrafında sarmaşıklarıyla... Ve mutluluk kokan leylaklarla, çocuk umutlarımız bir de... Sonra yol kenarında çıkan o sarı çiçekler. Hani kokusunu beğenmediğimiz, ama görünüşüyle doğaya tat katan o naif çiçekler… Yoncalarla dolu o tepe bir de. Dört yapraklısını bulma maceramız ve ne gariptir ki hiç bulamamış olmamız. Pırıl pırıl bir gökyüzü gülümserdi. Hava henüz bu kadar kirli, sokaklar bu kadar gri değildi o zamanlar. Tepede güneş o sevimli mahalleyi şefkatli bir anne gibi sarmalardı. İnsanları da iyiydi çocukluğumun. Herkes birbirini tanır, severdi. Kimse kimseye çıkarı için yaklaşmazdı. Mahallece oynanan saklambaç ve su savaşları vardı. Büyük küçük demeden… Evimizin arkasında ki keşfedilmeye hazır o koca bahçe geceleri herkesin korkulu rüyasıydı. Evet, bazen gerçekten korkutucu görünebiliyordu. Fakat gündüzleri bir numaralı oyun alanımızdı. Doğaya âşık olduğumu o zamanlar o bahçede anlamıştım. Ağaçların arasından sızan ışık huzmeleri, kelebekler, o minik kır çiçekleri, toprağın ıslandığındaki o can alıcı harika kokusu… Her canlının -o umursamadan üzerine basıp geçtiğimiz küçük otların bile- aslında doğaya ne çok şey kattığını o zamanlar anlamıştım. Büyükbabamın ektiği nane kokularıyla, anneannemin özenle topladığı domates kokuları birbirine karışır, yıllardır burnumdan hiç ama hiç gitmeyen o enfes aroması etrafı sarıverirdi. Asmaların altındaki çardağımızı hiç unutamıyorum. Kenarında büyükbabamın özenle yetiştirdiği gülfidanları ve kiraz ağaçlarıyla sanki dünyanın en güzel yeriydi.
Evimizin yukarısındaki kayalıklarda saatlerce oturabilirdim. Kayalık çiçeklerini hayranlıkla izleyişim, karıncaları, tırtılları ve peşinden koşup incelediğim kelebekleri… Hepsine âşık küçük bir kız çocuğuydum ufakken. Ne gelecek sıkıntım ne de kafamı yorduğum aptal sorunlarım yoktu. Hayat gerçekten çok güzeldi o zamanlar. Anneannemin kumaşlarını gizlice alıp bebeklerime kıyafet diktiğimi hatırlıyorum. Ve her seferinde iğneyi bir yerde unutup, birilerinin canını yakmaya sebep olmamı. (: Keçiboynuzu ve kırık leblebi-yaş üzüm için büyükbabamın kömürlüğünde ne kadar işe yarar malzeme varsa o koca burunlu amcaya yağdırdığımızı unutamıyorum. Oynamaktan bıkmadığımız, yorulmadığımız o sokaklarda açlıktan ölene kadar koşturduğumuzu hatırlıyorum. En sonunda gidip nefes nefese “Anneee acıktım.” diye feryat edişimizi ve sonra elimizde genelde ekmek arası helvayla oyunumuza kaldığımız yerden devam etmemizi… Annelerimizin pazardan dönmesini büyük bir sabırsızlıkla beklerdik o zamanlar. Çünkü her Pazar dönüşü afiyetle yememiz için o rengârenk akide şekerleriyle gülümserdi annemiz. Pembe, sarı, yeşil, mavi… Hele de o dışı pembe içi beyaz ve ortasında kiraz figürlü şeker… Favorimdi sanırım.
Büyükbabam 2 haftada bir “Kör Döndü” lakaplı kadına bir poşet elmayla bir miktar para verdikten sonra bizi heyecandan öldürürdü. Ertesi günü sabırsızlıkla beklerdik. Ertesi günse; o harika kıpkırmızı ve ağzı sulandıran elmalı şekerimizi büyük bir iştahla yerdik. Sabahları kalktığımda kapıyı açar açmaz içeri mis gibi hanımeli kokusu yayılırdı. Büyükbabam çoktan kalkmış olur, etrafı yıkar ve çiçeklerini özenle sulardı. Sonra kahvaltı hazırlanır ve herkes o mis gibi havada, çardağın altında kahvaltısını yapardı. Yazın dut toplama merasimlerimiz bir başkaydı. Kocaman bir çember oluşturur sanki ağaçtan altın dökülüyor gibi heyecanla bakardık. O küçük yokuşumuzun etrafındaki narçiçekleri ve leylakların kokusu içime işlemiş sanki… Hala dün gibi içimde… Ve ufakken arkadaşlarım vardı. Sonra vazgeçilmezim, üç tekerlekli bisikletim. Dirseklerimi kan içinde bıraktığım, iğde ağaçlarıyla dolu o taş sokak birde... Çoğunun sıradan görebileceği bir mahallede en güzel zamanımı bıraktım ben. Çocukluğumu… Şimdi oradan geriye bir iz bile kalmadı. Üzerine ismimizi yazdığımız ve elimizin izini bıraktığımız o beton bile…
Yorumlar
Yorum Gönder